İki farklı sözcük "ölen öldüren", iki farklı durum "ölmek öldürmek" ve iki farklı insan "düşünen düşünmeyen". Düşünen, farklı insanları öğüten bir çark işlemiş çağlar boyu. Hala da işlemeyi sürdürüyor. Farklı bir aklı, farklı bir sesi kaybetmek, değişimi, geleceği kaybetmek anlamına da gelir. Evet, kaybediyoruz... Onlar ölüyor... biz de kaybediyoruz.
Bu toplum düşünen insanı kolayına yetiştiremiyor. Sanki sevmiyoruz düşüneni, soranı, sorgulayanı, konuşanı. Sürüden olmayı, yeni geleni de sürüye katmayı yeğliyoruz. Sürüden olacak ki buyurgan "yap" deyince yapılsın. Buyrulan dürtüyle, refleksle davransın. Düşünmesin, sormasın kimse "neden, nasıl, niçin?"...
Çünkü dürtüyle, refleksle davranmak yerine bir parça düşünürse insan, azıcık sorgularsa... kalem tutmuş parmaklar, ahşabın sıcağından sonra yaklaşamaz demirin soğuğuna.
---------------------------------------
Sürü yerine toplum...
Yalnız başına olmak hiç birimiz için kolay değil. Robinson Cruise ancak roman ya da hayallerde olur. İnsan bireyi olarak hep başka insanlarla birlikte olmuşuz. Yaşarken de her ne kadar uyuşmazlıklarımız, çatışmalarımız olsa da hep insan toplulukları içinde olmaya gereksinim duyarız. Başka insanlarla birlikte.. Ama nasıl?
Sorarsanız bir sürüye ait olmayı kimse istemez. Peki ne ayırır sürü ile topluluk ya da toplumu? Sürüyü oluşturan etmen, farklı olanı "yabancı, garip, düşman" gören benzerlerin "bir arada olma dürtüsü"dür. Ancak sürüde bu dürtü korunmak dışında bir sonuç vermez. Sürü milyonlarca yıl hep aynı kalır. Toplumun oluşumunda da "bir arada olma dürtüsü" çimentodur ama toplum bununla kalmaz değişir de... değişim sağlayansa toplum aynı zamanda bireylerine gelişme olanağı tanır, yani farklı olma hakkı...
Modalar
Bir gün, "bir şey" moda oluyor. Tayt, büzgülü etek, düşük bel pantolon, boncuklar... Bir bakıyorsunuz çok kısa bir zamanda herkesin üstünde. Genci yaşlısı, şişmanı zayıfı, uzunu kısası... Yakışanı yakışmayanı, güzel çirkin, ucuz pahalı, markalı markasız, fark etmez "o çeşit"ten bir tane giymiş. Birden bütün vitrinler, bütün insanlar, sağınız solunuz "o şeyden" dolmuş.
Bazen midemin bulandığını hissederim. Her taraf aynı, ne yana baksanız hep "ondan". Ne sıkıcıdır hep aynı olmak. Bir o kadar da kolay. Çoğunluğa uymak, sürüden ayrılmamak... Fazla düşünmeden etrafındakiler gibi oluverirsin iş biter. Hem kimse yadırgamaz, "o şeyden" giymemiş olmazsın. Fark edilmezsin. Fark ettirmezsin.
Benzer bulma, fark bulma, soru sorma,
Biz hep "benzer bulma", "fark bulma" çalışırız çocuklarla. Aynı olanı bulmak, farklı olanı bulmak, iki resim arasındaki bilmem ne kadar farkı bulmak. Çünkü önemlidir benzerlik de fark da. Düşünme becerilerini geliştirmenin temelinde bu yatar. Akıl yürütmenin temelinde bu yatar.
Ama bu, sadece temeldir, başlangıçtır. Okul öncesi dönemde çalışırız çocuklarla bunları. Sonra devam ederiz çalışmaya, geliştirmeye. "Neresi benzer, neresi farklı?", "Neden farklı? Niçin farklı? Farklı olmasaydı ne olurdu?" gibi birçok soru... Soru sormak gerek. Sordurmak gerek. Soru sormayı öğretmek, sorun çözmeyi, akıl yürütmeyi, düşünmeyi öğretmek gerek. Modalara, akımlara sormadan sorgulamadan, düşünmeden kapılmasınlar diye. Farklılıkların, farklı olmanın kıymetini bilsinler diye. Farklı olmanın kolay olmadığını bilsinler diye bütün bunları öğretmek gerek.
Ne yazık ki çoğunlukla okul öncesi dönemde takılıp kalıyoruz. Sadece fark bulmak, farklıyı bulmak. Sonrası?
Sonrası yok.
Kimi şöyle, kimi böyle
Çocuklarımıza akıllarını kullandırtmıyoruz, düşündürtmüyoruz onları, zorlamıyoruz, soru sormuyoruz, soru sordurtmuyoruz, sorun çözdürmüyoruz. Fırsat vermiyoruz, deneme yanılma, yaşama, görme olanağı vermiyoruz. Tabi ki farklı kesimlerde farklı yollarla oluyor bütün bunlar. Ama sonuç aynı.
Kimi ana babalar hep parmağı havada her şeyi yasaklar... Aşırı koruyan da var, bir dediğini iki etmeyen de... sert olan da var, yumuşak olan da... çok ilgili, çok ilgisiz... çok sevgili, çok sevgisiz...
Kimi şöyle, kimi böyle ama sonuç hep böyle...
Ne yapalım?
Ne yazık ki çok küçük bir grup farklı davranıyor, onların çocukları da genellikle farklı çocuklar, daha sonra da farklı yetişkinler oluyorlar. Ama çok azlar, çok azalmaktalar. Ne yapalım, nasıl yapalım da düşünen çocuklar yetiştirelim. Bu sorunun yanıtı kolay değil, hemen ve tartışmasız verilecek bir yanıt değil bu biliyorum ama kendimce önemli bulduğum birkaç öneriyi tekrarlamak istiyorum burada.
Çocuğun neredeyse doğumundan itibaren özgür olduğu, oy kullanabildiği, seçim yapabildiği bir alan bırakalım ona. Yaşına paralel olarak genişletelim bu alanı. "İlle de bunu yemelisin, ille de bunu içmelisin" ya da "Dile benden ne dilersen" yerine, "Biri ya da öbürü sen seç, hangisini istiyorsun sen karar ver." diyelim. Bu kadarla da bırakmayalım. Neden onu seçtiğini neden ötekini seçmediğini, seçiminin sonuçlarını artılarını, eksilerini konuşalım. (Bu yazıyı okuyan bazı ana babaların seslerini duyar gibiyim. "Oooo nerede bu kadar zaman, bu kadar sabır...)
Soru sormayı, tartışmayı, bir şeyin nedenini tam olarak anlamadan, kavramadan kabul etmemeyi öğretelim çocuklara. "Soru sormayı bırak da dediğimi yap" anlayışından uzaklaşalım. Durmadan anlatmak da değil bunun çaresi. O zaman da öğrenmez çocuk, sağır olur durmadan tekrarlayan vızıltıya.
Önce biz soralım ona "Sen ne düşünüyorsun? Sence neden? Öyle olmasaydı ne olurdu? Bu durumda ne yaparsın?"... Önce biz soralım ki o da sormayı öğrensin, sormak gerektiğini, sorabileceğini öğrensin. Önce çevresindekilere sorsun bol bol giderek kendine. Kendine sormak önemli. Kişi "Ben niye böyle yapıyorum, o öyle dedi ama bence de öyle mi, ben burada yazana katılıyor muyum, işin aslı bu mu?..." gibi sorular sorabiliyorsa. Girdileri kendisiyle harmanlayıp kendi yorumlarını, kendi sonuçlarını oluşturabiliyor ve buna göre yeni çıktılar yaratabiliyorsa kişi'dir ancak.
Eskiden okula başladığımızda sınıf geçmek / sınıfta kalmak gibi bir kavram girerdi hayatımıza. Çabalardık kalmamak için. Az ya da çok, oturur çalışırdık istesek de istemesek de. Çalışmanın da çalışmamanın da bir bedeli vardı. Ama şimdi öyle mi.. Testiyi kıran da bir suyu getiren de. Niye çalışsın, niye bunlara zaman harcasın nasıl olsa geçer sınıfı. Okusa da okumasa da, öğrense de öğrenmese de. Şimdi yeni kavramlarımız var: "Boş ver ağbi ne dersi yaa! Evden çetleşiriz." ...
Ekranlara teslim etmeyelim çocukları. TV ekranı, bilgisayar ekranı, hatta cep telefonu ekranı fark etmez. Bu ekranlar ilaç gibi. Uygun hastalıkta, uygun kişide, dozunda, zamanında kullanılırsa muhteşem, çok yararlı ama tersi durumlarda zararlı. Hem de bazen zehirleyecek kadar, öldürücü olacak kadar zararlı.
Çocukların boş zamanlarını uygun etkinliklerle değerlendirelim taa bebeklikten başlayarak. Yine ekran konusuna döneceğim burada. Biliyorum yaşam koşulları zor, zamanı yakalamak yetişmek zor. Geniş aileler daraldı, destek sistemleri zayıfladı, ana babalar çalışıyor. Çocuğu bir şeylerin başında oyalanmaya bırakmak kolay geliyor ana babaya. Bir yandan onlar da haklı ama doğrusu çocukla birlikte olmak. Oynamak, konuşmak, okumak, yürümek, koşmak, atlayıp zıplamak, ellemek, karıştırmak... Etkin olmak, edilgin kalmamak.
Boş zamanın boşu boşuna geçen bir zaman olmadığı; doğru, etkin, keyifli tercihlerle doldurulan, kendini geliştirmeye yönelik bir zaman olduğu bilinciyle yetiştirmeliyiz çocukları.
Kişinin bireysel varoluşu önemlidir. Kendini kanıtladığı, kendini ait hissettiği bir topluluk, kurum, takım vb; iyi yaptığı, başarılı olduğu bir alan. Çocuğun böyle bir varoluş gösterebileceği alanlar bulmalı, yaratmalıyız. Aile, okul, devlet bu toplumda çocuk eğitiminden sorumlu olan herkes hep birlikte. Çeşitli sivil toplum kuruluşlarında örnekleri var bunların. Hemen ilk aklıma geleni örnek vereyim Eğitim Gönüllüleri Vakfı'nın parkları.
Çünkü uygun alanlar yaratmazsak uygun olmayanlar girebilir çocuğun hayatına...
Tabii her şeyin başı İlgili, sevgili, hoşgörülü, konuşan, paylaşan aileler, okullar, öğretmenler olmak olabilmek. Ya da her şeyin sonu...
Doktor Dergisi'nin Şubat - Mart 2007 tarihli 37. sayısında yayımlanmıştır.
sayfaları görüntülemek için tıklayınız
Yazarın diğer yazıları
- Disleksi Haftası Biterken Ailelere Uyarılar Ve Öneriler
- Kitapla Hiç Tanışmadım ki?
- Koranalı Günlerde Okula Başlayanlara Tavsiyeler
- Mutfak Deyip Geçmeyin! Orası Bir Okuldur!
- Deprem Çocuklara Nasıl Anlatılmalı?
- "Evde Kal"ırken Çocuğa Zaman Kavramını Öğretmek
- "Evde Kal"ırken Meşgul Olmanın Anlamı
- "Evde Kal"an Çocukla "Evde Kal"an Yetişkine Öneriler
- "Evde Kal" Ama Durma Hareket Et
- Cumhuriyet Kitap Dr. Pedagog Yeşim Kesgül Sercan Söyleşisi
- Farklı Çocuklar ve Okul
- Farklı Öğrenme Ve Düşünme Modelleri
- Zihin Karışıklığı ve Zihin Karıştırıcılar:Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu
- Okula Gitmekten Kaçınma
- Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) olan çocuğuma nasıl yardımcı olabilirim? - 2
- Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) olan çocuğuma nasıl yardımcı olabilirim? - I*
- İşitsel işlemleme Bozukluğu (İİB) nedir?
- Davranışlarımızın Sonuçlarını Yaşayabilsek-II
- Davranışlarımızın Sonuçlarını Yaşayabilsek
- Hep Anne? Hep Anne? Oysa Babalar da Var!
- Çocuğumuzu Korusak da mı Kollasak, Korumasak da mı Kollasak...
- Gecikmiş Konuşma Üzerine - 3
- Gecikmiş Konuşma Üzerine - 2
- Gecikmiş Konuşma Üzerine - 1
- Kekemelik Üzerine...
- Kötümserlik, Ekrandaki Düşman, Çocuk Hekimleri, Öğretmenler
- Bilgisayar Mı Zararlı, Kullanımı Mı?
- Reklamın Reklamı
- Farklılıkları Kaybetmek...
- ÖÖG Neden Çok Önemli?
- Bir Pedagogun Tatil Anıları...
- İyi Okur Yetiştirmek - 2
- İyi Okur Yetiştirmek - 1
- "7 Çok Geç!" ve AÇEV
- "Çocuklarımız için..." yazmaya başlarken